Erkeklerin yaşamlarının bir döneminde insanlıktan çıkıp bambaşka bir boyuta geçtikleri için askerlikte yaşanılan anlar iliklerine kadar işlenir ve bu anılar ömrün kısa vadede bütün, uzun vadede de bir kısmını etkileyen olaylar silsilesidir.
Yaşanırken her şey normal gelir ama gün gelip de askerlik anısı olarak anlatılmaya başlandığında, değil dinleyenler, anlatan tarafından dahi uydurma olarak değerlendirilir, oysa ki hepsi tek tek yaşanmıştır. Kimisi sos mahiyetine abartmalar katabilir ama sonuç olarak şu bir gerçektir ki: Çeken bilir.
O yüzden unutulmaz askerlik anısı, o yüzden yabana atılmaz.
...
Sınırın sıfırında kurulmuş bir karakoldayız. Çoğu, vaktiyle bu ülkenin uğraştığı sınır kaçakçılığı ile mücadele amacıyla dağ başlarına serpiştirilmiş derme çatma küçük gri binalardan birinde. Zamanla baş gösteren terör olaylarına karşı ahırları yatakhaneye dönüştürerek kapasiteseleri arttırılmaya çalışılmış gecekondu misali bir asker ocağı.
Sarp dağlarla çevrili bölgeyi bir huni gibi düşünecek olursak, bu huninin dörtte üçü Türkiye'nin, dörtte biri de komşu ülkenin toprakları. Karakol bu huninin içinde bir çentik misali yamacın içine kurulu. Ulaşımdan mahrum, tacize açık bir bölgede durmuş zaman, sürüp gitmeye çalışan yüzlerce yitik hayatın kimseyi ilgilendirmeyen öyküsü.
Üst devrelerin koğuşu karakol binası içindedir ya bu lüks sayılır, alt devreler ahırdan bozma koğuşta dona titreye dinlenir, günlük ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Ahır dedikse aklınıza Hollanda ineklerinin yetiştirildiği lüks binalar gelmesin, bildiğin taş duvarlı, toprak damlı bir yapıdır bu. Subay kısmı ana binadadır. Sınır kaçakçılığını önleyecek üç beş kişi için düşünülmüş tek bir odayı on on iki kişi paylaşır. Yatak azdır, yatak sıcaktır, çünkü bir yatağı iki, bazen üç asker paylaşır. Her laftan cinsel çıkarımda bulunmaya meraklı okuyucu için belirteyim, subayı eratı yatak paylaşımını aynı anda değil biri nöbetteyken diğeri uyumak suretiyle yapar ve pek dalga geçilebilecek bir durum yoktur.
Siz hayatla dalga geçmek istersiniz ama o tüm ciddiyeti ve soğukluğu ile keser önünüzü. Siz yine de tutar İstanbul'daki evinizde yattığınız gökkuşağı renkli nevresimi istetirsiniz ki bu donuk hayata bir parça renk gelsin diye.
Toprak biti diye bir şey vardır burada, ki tam bir baş belasıdır. Elbiselerin kat yerlerine tahta kurusu misali sıra sıra dizilmiş minik böcekler gizlenir de her fırsatta yerler bedeninizi. Saç biti gibi başınıza toplanmaz da tüm vücuda yayılır, kaşım kaşım kaşındırarak delirtir insanı. Subayların hijyen olanakları bir parça daha iyi olduğu için daha az karşılaşırlar bu durumla ama illa ki erat kısmının gündelik temizliğinin bir parçasıdır toprak biti ayıklamak.
Aynı giysilerle yatar kalkarsınız on gün, on beş gün, ki kat kattır üzerinizdekiler soğuktan korunmak için. Don, kilotlu çorap, eşofman üzerine giyersiniz kamuflajınızı. Ayağınızda iki çorap üzerine bir de yün çorap vardır. Askerin botu üzerinde eski madeni beş liralıklar kadar delik olabilir, İstanbul'dan üniversite'deyken giydiğiniz botu istersiniz annenizden ki askerinize bot verebilesiniz.
Kışın kalkmak bilmeyen kar yüzünden sadece hava yolu ile ulaşım sağlanır. Bir mektubun kırk günde elinize ulaşması sevinilecek bir ihtimaldir, hiç ulaşmamasından yeğdir.
Günlerce erzak gelmediği için günde üç öğün un çorbası içmek zorunda kalırsınız. Odun olmadığı için komşu'dan gelen mazotla pişer yemekleriniz, boğanızdan geçen her şey mazot kokar. Ekmeğin içinden fare pisliği çıkması olağandır ama fare kuyruğu çıktığı zaman insan yanınız ortaya çıkar da biraz mideniz bulanabilir.
Göreve başladığınız ilk birkaç gün sınır mevzilerinizde başınız eğerek dolaşırsınız ki tacizlerden korunabilin ama zamanla dik yürümeye başlarsınız ki bir an önce ölüp kurtulmak düşüncesiyle.
Kışın telefon telleri bir şekilde kopar yol üstünde, timlerle çıkarsınız karakoldan, allahın dağlarında o kopuk telleri ararsınız bata çıka, asker donma tehlikesi geçirir.
Yazın operasyona gidersiniz, elinize mayın dedektörleri verilir, bir tanesi vara yoğa öter öteki hiç ötmez, allahın dağında adım atmaya önce korkar, sonra da “eeeeh be! ne olacaksa olsun” diye elinizi kolunuzu sallaya sallaya yürümeye devam edersiniz cahil cesaretiyle ve tabi çaresizlikle.
Orada bulunduğunuz süre boyunca güneş batarken nöbete-pusuya çıkar, güneş doğarken karakolunuza döner yarı baygın mazot kokan kahvaltınızı eder yatar uyursunuz. Tüm gece o ayazda, karda tipide ayakta olduğunuz için 3-5 nöbeti nasıl bir şeydir, hiç bilmezsiniz.
Zifiri karanlık gecelerde tek güzel şey gökyüzündeki sonsuz yıldızlardır. Yüzlerce dilek tutabilirsiniz yüzlerce yıldızın kaydığı gecede ama dileğiniz hep aynıdır: “Evime döneyim”…
Doğu'da kimsenin iplemediği o sınır karakolunda eksi otuz derecede günler yokluk ve çaresizlik içinde donarak geçmektedir. Çarşı izni denen şeyden de haberiniz yoktur, zira en yakın çarşı kilometrelerce uzakta ve asla ulaşamayacağınız bir yerdedir. Sivil yaşamında akşam yemeklerinde kıvırcık salatası olmadan sofraya oturmayan biriyken haftalardır un çorbasından başka yiyecek bir şey bulamayabilirsiniz. Tam kırk gün sonra karlı dağların ardından aniden bir sikorsky gelir ve yokluktan ve açlıktan bunalan karakola erzak niyetine kasa kasa coca cola ve çuval çuval soğan getirir ortalığı kar fırtınasına katarak. Hedef olup vurulmamak için üç dakikada helikopterin motoru durdurulmadan erzakın boşaltılması gerekir. Helikopterdeki asker kasa kasa coca cola'yı ve çuval çuval soğanı buzla kaplı piste atar, karakol askerleri de atılan erzağı karakola taşımak için koşuştururlar.
Bu hengame içinde askerlerin boşaltma işlemini izler ama gözünüz boşaltma yapan askerin bir önceki karakola teslim ettiği anlaşılan kıvırcık marul kasasından kalma tek bir kıvırcık yaprağının askerin botu altında nasıl ezilip simsiyah olduğunu görürür ve o yeşilimsi yaprak bir hazan yaprağı gibi helikopter kabininden karlı piste doğru süzüle süzüle düşerken boğazına takılan kocaman bir düğümü için için yutkunursunuz.
Başka bir kırk gün kadar sonra yine bir sabah nöbet dönüşü yarı baygın uykudayken "helikopter geliyor, telsizle haber geldi izine çıkıyormuşsun" diye dürtülerek uyandırılır, rezil ve pasaklı bir halde alelacele çantanızı hazırlar birden helikoptere binerek kendinizi ilçe merkezindeki taburda bulur, sonra da birkaç gün sizi uçağa götürecek konvoyun gelmesi için yine gün sayarsınız. İlçe merkezinde konvoyun gelip sizi havaalanına götüreceği günü beklerken askerlerinizin ailesini ararsınız tek tek, kendinizi tanıtıp “merak etmeyin iyi” diye “müjde” verirsiniz. Selamlar alır selamlar yüklenirsiniz. Dualar alıp dualara sarılırsınız.
Her daim moralinizin yüksek olması gerekir bir de. Çünkü iki yüz civarındaki askerin moralinin yüksek olması sizinkine bağlıdır. Her gün gelip "ben kafayı yedim" diyene "deliler asla kafayı yedim demez, ben akıllıyım derler" diyerek karşılık verip geçiştirirsiniz; bu kez de ertesi gün gelip "ben çok akıllıyım" diyerek çıkarlar karşınıza, güler geçer oradan kurtulacağınız günün bir an önce gelmesi için dua edersiniz.
Sonra gün gelir sizden üst devrelerin teskere alıp gittiğine şahit olur, buralardan kurtulunabileceğine kanaat getirirsiniz, içinizde bir umut ışığı doğar. O zaman can yeniden kıymetlenir, bir an önce ölmekten vazgeçip operasyonlarda kendinizi öne atma huyunuzu gözden geçirirsiniz.
Herkesin tüm hayat hikayesini ezbere bilirsiniz, konuşacak bir konu kalmayınca milletin sinirden birbirini yememesi için şaibeler uydurursunuz "yarın helikopter gelecekmiş, filanca gün operasyon olacakmış" diye ki millet bunları konuşsun birbirine sarmasın diye.
Taciz yeseniz cephaneniz belki yetecektir ama planlı bir saldırı karşısında, hele ki gecenin bir vaktiyse ne kadar dayanabilirsiniz, ne zaman yardım gelir allah bilir, düşünmek bile istemezsiniz ama düşünmek için zamandan bol bir şey yoktur o dağ başında.
Sonra denetlemeye gelir büyükler bir gün karakolu, her şey gösteriş içindir, kitabına uysun diyedir, her şey kitabına uydurulur, her şey yolundaymış gibi yapılır.
Asker açtır, asker üşüyordur, asker bunalımdadır. Ailesi ile ilgili sorunları hakkında haber alan mehmetçik izine gidemez, ne helikopter gelir onu almaya ne firar edebilecek şansı vardır, her taraf mayınlı sahadır. Ki o mayınlı sahanın haritasını civardaki köylüler askerden daha iyi bilir.
Köy var dedikse de öyle muhtarı ihtiyar heyeti çeşmesi köy odası olan bir yer düşünülmesin lütfen. Sınırın tam sıfırında kuş uçmaz kervan geçmez yirmi otuz kişinin yaşam mücadelesi verdiği terk edilmiş ve unutulmuş bir yaşam mahali hayal edilmelidir. Üstelik ikinci dünya savaşı yılları da değil bahsedilen, milenyuma beş kala yaşanmış bir hikaye bu. Ve eminim ki bir arpa boyu dahi yol alınmamıştır o günden bu güne şu cennet vatan, şu güzeller güzeli ülkede.
Çatışmaların içinde buluverirsiniz birden kendinizi, hayatınız bir film şeridi gibi geçecek sanırken gözünün önünden, vızır vızır mermilerdir sağınızda solunuzda uçuşan? Kurşun sesinin “dışşinyaaaa” değil de sıcak bir “şak” tonunda şaplak sesi olduğunu farkedersiniz, sanki sizi biri alkışlıyormuşçasına. Bu ışık cümbüşüne bakar şaşırıp kalırsınız:
Benim burada ne işim var?
yazsana ahmet !
YanıtlaSilKıvırcık salata hikayesini daha önce bir kaç kez dinlemiştim senden, şimdi yine okudum yine boğazım düğüm düğüm oldu...
YanıtlaSil