Bir baktım kırk olmuşum. Bir bakmıştım on
sekiz de olmuştum, yirmi beş de olmuştum, hatta otuz oldum diye ulusal yas da
ilan etmiştim ama şimdi bir baktım kırk olmuşum. “Olsun, seksen olmaktan
iyidir” diye avutup duruyor insan tabi kendini; on sekizken de yirmi beş
değilim diye mutluydum, yirmi beşken otuz, otuzken de kırk olmadığıma
şükrederdim. Bu böyle sürüp gidecek, ta ki şükredecek gün kalmayıncaya dek.
Her yaş dönümünde şöyle bir durum
değerlendirmesi yapmak adettendir, üstelik kırk da önemli, eh biraz da kutsal;
vardır büyüklerin bir bildikleri.
Dünya güneş çevresinde kırkıncı turunu tamamlamış demek ki ben
doğdum doğalı; tebrik ediyoruz kendisini ve teşekkür ediyoruz güneşe her sabah yeni bir umutla uyandırıp
günümü aydınlattığı için.
Ben gecenin bir yarısı doğmuşum, güneş üzerime
sonradan doğmuş, ben doğduğumda geceymiş ne gam, gözüm açıldığında anlamışım
demek ancak güneşin kadrini kıymetini.
Türk filmlerindeki gibi mutlu-mesut bir
çocukluğum oldu benim (biliyorum mutlu ve mesut aynı şey ama birarada
kullanmayı seviyorum böyle zamanlarda). Orta gelirli bir ailenin ikinci ve son
çocuğu olmakmış şansım. Dünya iyisi bir anne, dünya tatlısı bir baba, ikisinin
karışımı tam kıvamında ama biraz da hercai bir abi; genişçe de bir akraba-ı
taallukat ile güle oynaya geçti çocukluğum.
Mızmız, hastalıklı ama durduğu yerde durmayan,
bir o kadar da çalışkan, terbiyeli, efendiden bir çocukluktu benimkisi.
İstanbul’da doğduğumdan itibaren Moda’daki iki yıllık bebekliğimi saymazsak,
doğma büyüme Koşuyolulu diyebilirim kendime. O zamanlar “villa” denmezdi oturduğumuz
bahçeli evlere; bahçeli evlerden kurulu müthiş güzel, müthiş mütevazı, müthiş
sakin ama bizim çocukluk heyecanlarımızla müthiş renkli güzel günler geçirdim
orada ben. Dalından meyve yedim, ağaçtan düştüm, bahçede kuyu kazıp kızıldericilik
oynadım; akşam ezanından önce evde olmam gerekti hep. Yine de haşarı değildim,
düşüp pantolonumu ilk yırttığımda babam alnımdan öpmüştü benim.
Biraz kuralcıydım, yani kurallar iyi bir
şeydi, bir kural varsa uyulmalıydı, ona uymayanlar da cezalandırılmalıydı.
Çocukkenki ispiyonculuğum oradan gelir; hayır, kimseyi ele vermenin hazzı
değildi benimkisi; ben kurallara uyuyorsam herkes uymalıydı, uymayanlar
sıradışılığın meyvesini tatmanın bedelini mutlaka ödemeliydi; paçayı kurtarmaya
çalışsalar da enseletmek görevimdi. Çok çekti abim benden çok. Ben sıskalıktan
okul çantamı taşıyamadığım için benden sadece bir buçuk yaş büyük olmasına
rağmen hem çantamı taşıyan, hem de beni omuzunda evden okula götüren abimi
ispiyonlardım ben :) Bir de nasıl kıskancım, ölüyorum kıskançlıktan :) Ama abim de kıskanılmayacak gibi değildi; benim tam tersime gürbüz,
sağlıklı, hiçbir şeyden sakınmayan, cesur, becerikli, şirin mi şirin bir
çocuktu; tüm bu meziyetler beni delirtmeye yeterdi zaten :)
Şimdi çok garip geliyor bana bu duygular, bir
o kadar da uzak. Kıskanma duygusunu hiç tatmamış gibi damağım, alık alık
bakıyorum o günlerime; abimden defalarca özür dileyerek.
Okulda çalışkandım allah için, zaten başka da
doğru dürüst bir meziyetim yoktu, eh bu yüzden derslere asıldık haliyle. İneğin
hallicesi, gıcık bir tip işte. Hayatı ders çalışmak sanan, saate takvime riayet
eden, terli terli su içmeyen, zaten içse de hasta olan, mızmız, huysuz, uyuz
bir tip :) Yok o kadar da kötü değilimdir herhalde, sonuçta bir sürü arkadaşım vardı,
çok severdim arkadaşlarımı, hayal dünyam çok genişti, iki çubuk bir taştan
dünya kadar oyun yaratırdık birlikte, saatlerce oynardık hiç sıkılmadan.
Büyüdükçe bir şeylerin tuhaf olduğunu sezmeye
başladım zamanla. Ben büyüyordum ve dünya gözüme bir garip görünmeye
başlıyordu. Bana öğretildiği gibi değildi hayat; hele hele mutlu Sezercik
filmleri gibi hiç değildi. Yine de kabul etmek istemedim, kendi gerçekliğimle
şekillendirmeyi başardım dış dünyayı yıllarca. Bu beni 18-20 yaşıma kadar
getirdi sağ salim.
Üniversite üçteyken dünyanın sonunun geldiğini
düşünmüştüm. Ölmekten korkmasam ölmeyi denerdim herhalde :) Ama yemedi :) Mecburen yaşamak zorunda kaldım :) Felsefe üçteydim, inandığım tüm değerler ayağımın altından çekilivermişti,
basacak hiçbir zeminim de kalmamıştı. Dış dünyanın gerçekliği de topyekün toz
bulutu olup uzaklara kaçmıştı.
Sonra bir baktım durum fena, son anda bir
çıkış yolu buldum kendimce, Descartes hesabı, ulaştığım çıkmaz sokağın da
gerçek olmadığına karar vererek kendime kendimce bir dünya kurdum yeniden.
Artık tek amacım vardı, “mutlu olmak, her ne pahasına olursa olsun”. Baktım
yarım bardak suyun içinde yarım bardak su var, eh haliyle yarım bardak su da
yok. Şimdi bir ömür bardağın yarısı boş diye üzülmekle elime bir şey
geçmeyeceğinden, kalan yarısının dolu olmasıyla avuttum kendimi; epey de bir
başarılı oldum. Bırak yarısının dolu olmasını, içinde bir damla su varsa sorun
kalmamıştı artık. Böyle böyle yıllarımı geçirdim.
Okul sonrası master ve araya hançer gibi giren
askerlik macerası ile felsefe mezuniyetimin üzerine cila çektim “doğu”da.
Yaşamın nasıl bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu o zaman anladım. Ölmek o kadar
yakındı ki, ölmek o kadar gerçekti ki, ne yapıp edip hayatta kalmalı, hakkım
olan nefesi sonuna kadar kullanmalıydım. Tam bir yıl dağ başlarında kimi zaman
eksi otuz derecelerde bunu düşündüm, telefonsuz habersiz, kabansız katıksız
aklımı kaçırmamak için debelendim. Sonunda sağ salim dönmeyi başardığımda artık
kimsenin benden normal olmamı beklemeye hakkı yoktu gözümde; kimse benden
hiçbir şey olmamış gibi davranmamı isteyemezdi. Ben hayatın öteki yüzünü, bir
de orada görmüştüm tam bir yıl boyunca.
Hemen ardından bordrolu iş yaşamı başladı,
araya bir yalan yanlış gönül meselesi girip de hayattan ne beklediğimi tam
olarak anladığım dönemde en çılgın adımları atarak hayatımda ilk defa hiçbir
pişmanlık duymadan ne yapmak istiyorsam onu yapmayı öğrendim. İşte bundan
sonraki yolumu da tam da o dönemde çizdim. Aşk denen şeyle işte o zaman
tanıştım.
Artık hayat benden yanaydı; ben yerimde durur
muyum; Doğu’nun dağlarında dibe vuran hayat ibrem bu kez Amerika’yı gösterdi;
işte o zaman gökyüzündeki bulutları gerçekten hissettim. Amerika macerası benim
için bir “yurt dışı ve dil öğrenme” deneyiminden çok, bir kez daha kendimi ve
dış dünyayı tanıma dersi oldu. Hayatımda ilk kez çok büyük çoğunluğu benim gibi
düşünmeyen insanların arasında olmanın yarattığı ruh halini unutmam mümkün
değil. Bakış açım tamamen değişmişti.
Ama Amerika’dan da dönmem gerekiyordu, çünkü
dönmemi gerektirecek çok çok önemli bir neden vardı; gözümü bile kırpmadan
döndüm, hiç tereddütsüz.
Para pul hep sorun oldu, hep çok çalıştım.
Zaten ömrüm ben yirmi günlükken çalışma hayatına başlayan annemin yanında, hep
“dükkan”da geçmişti. Ben o dükkanda büyüdüm, o dükkanda oynadım, okuma yazmayı o
dükkanda öğrendim. Okul dışındaki tüm zamanlarımı dükkanda anneme yardım ederek
geçirmiştim. Üniversitedeyken bile, okul çıkışı, part-time iş çıkışı, ingilizce
kursu çıkışı, tüm yaz tatillerinde hep dükkandaydım, hep çalıştım! Üstüne bir
de gerçek iş yaşamı binmişti, işte de çok çalışıyordum, bazen haftanın her
günü, hiç tatilsiz, yıllık izinler hep lüks diye kakılıyordu kafama, nefes bile
aldırmadılar bana, hep öyle çalıştım. İş çıkışları bile gidip annemin dükkanına
yardım ederdim, şimdi unutuldu tabi o günler, kimsenin umurunda değil, “öyle
olması gerekiyordu” deyip geçiştiriliyor kaybettiğim gençliğimin seçme şansım
olsaydı kendime ayırmayı tercih edeceğim en güzel günlerim.
İş hep sorundu, ben oyunu kuralına göre
oynamayı hiç bilemedim. Hep sandım ki işini doğru yaparsan hak ettiğini
alırsın; olmadı öyle, hiç olmadı; ben de bir süre sonra umursamayı bıraktım.
Reddettim her şeyi, bana dikte edilenleri. Zaten on yıl önceydi bu anlattığım,
otuzuma tam yeni girmiştim, hayatım tepetaklak olunca geri kalanını da ben
tepetaklak etmiştim. Kendimce bir çıkış yolu buldum ve o yolda kimseye kulak
asmadan ilerledim. Çok uğraştım, çok mücadele verdim; sonuç: Denedim, olmadı;
dert değil, olmadı ama denedim; hiç aklımda kalmadı...
Sonra yeniden plaza insanı olmak zorunda
kaldım, çarklar yeniden aynı aynı dönmeye başladı. Olsundu, hayatı
güzelleştirmenin bir yönünü illa ki bulmayı başardım. Artık gezme vaktiydi,
dünyaya açılma vakti; ne kazandımsa hepsini yurt dışı gezileri için harcadım.
Üniversitedeyken “Kadıköy’e bile inmeye param olmadığı zamanlar”ı yaşamış ben,
artık bir geceliğine bile olsun hafta sonu tatili için Viyana’ya gidiyordum
misal, Frankfurt’a gidiyordum, Saraybosna’da bir bodrum katında kalıyordum
bazen, bazen Fransa’da bir şatoda kutluyordum doğum günümü; hayatı her yönüyle,
her şeyiyle yaşamayı seviyordum çünkü. Şöyle hızlıca bir sayıyorum da, bugüne
kadar elliden fazla şehir gezmişim Avrupa ve Kuzey Amerika’da; bu bile ne kadar
güzel bir hayat yaşadığımı göstermez mi? Sadece sayı değil güzel olan, her biri
ayrı ayrı özel, her biri “en güzel” nice tatiller, nice geziler nasip oldu
bana. Yolum da güzeldi yol arkadaşım da.
Sonra bir gün anladım ki doğum büyüdüğüm
topraklar, İstanbul yetmiyordu bana nefes alıp verebilmem için; nedenlerini
saysam sayfalar sürecek konular yüzünden gözüme yurt dışında yaşamayı
kestirdim; onun hikayesini bir gün uzun uzun anlatırım; sonuçta o oldu, bu
oldu, şu oldu; kendimi Paris’te yaşarken buldum işte.
İstanbul’dayken diyordum “bari kırk yaşıma başka
bir ülkede yaşıyorken gireyim...” O da oldu bak, hayat bana daha ne yapsın?
Şimdi hayatımın en güzel dönemini yaşadığım
demlerimdeyim. “Kırk oldun” diyorlar bana, oldum çok şükür; iyisiyle kötüsüyle
ama hep mutlu kırk güzel sene geçirdim. Nazar değse İngiltere kraliçesine değer
zaten, hem inanmayana nazar da değmezmiş; o yüzden rahatlıkla söyleyebiliyorum
ki bu dünyanın en şanslı insanlarından biriyim. Hep sevdim, hep sevildim.
Bundan sonrası ne olur bilinmez; kim bilebilir
ki geleceği; bilse eline ne geçer ki? Her ne olursa önümüzdeki günlerde,
ömrümüz varsa yıllarda, her şeye hazırım. Dolu dolu yaşadım; elimden geldiğince
neyi istedimse onu yaptım. Keşkelerim olmadı hiç, çünkü biliyordum ki ne
olmuşsa olması gerektiği için olmuştu, ne olmamışsa beni bu güne hazırlamak
için olmamıştı. Şimdi bu gündeyim: 10 Aralık 2012, Paris’teyim. Doğru zamanda
doğru yerde doğru hayatı yaşamanın iç huzurundayım. Dünyayla barışık,
varoluşuyla barışık bir alemdeyim. Biliyorum aslında hayatın gerçeklerini;
acımasızlığını, ikiyüzlülüğünü, eşitsizliğini; hem de iliklerime kadar
hissediyorum. Elimden geldiğince direniyor, elimden geldiğince doğrularımla
yaşamaya çalışıyorum. Kuru bir polyannacılık değil benimkisi. Sevgi pıtırcığı
bir hayat hiç değil. Evet bu hayatı seviyorum ama seçme şansım olsaydı inanın
yaşamak seçeneğini en başından beri seçmezdim; hiç gerek yoktu bu saçma düzende
savaş vermeye çünki. Ama madem geldim, dibine kadar yaşarım, hakkım olan
nefesleri söke söke alırım. Başkaları için yaşamakla kendim için var olmanın
altın ortasını keşfettiğim günden beri buldu dengesini her şey. Nasıl güzel,
nasıl dingin.
Sözün özü dostlar bugün kırk oldum ben; yolun
yarısıdır, başıdır sonudur bilmem. İnsan kırk yılda bir yazabilir böyle bir
şey, insan kırk yılda bir aşık olabilir.
Ben hayatta bir kez aşık oldum ve hep o aşkımı
sevdim.
Şimdi kırk yaşımdayım, bu kırk yılın her biri için tek tek teşekkür
ederim.
Makyajım bozuldu senin yuzundennnnnnn!!;)))) akiverdi iki damla öylece... Daha anlatacak cooook hikayelerin olacak senin ve biz hep zevkle, keyifle okuyup dinleyeceğiz onları. İyi ki doğdun, iyi ki varsın!
YanıtlaSilçok çok teşekkür ederim ismi bende saklı güzeller güzeli kişi :) biz hep birlikte olacağız, hayat da hep güzel olacak...
Siliyi ki varsın..ispiyoncu olabileceğini kırk yıl düşünsem aklıma getirmezdim..
YanıtlaSilhem de nasıl ispiyoncuydum ama sırf abime karşı :) ama benimki tamamen eşitlik ve adalet duygusunun yanlış tezahürü :) misal, annem bir yere giderdi, abimle ben dükkana bakmak zorunda olurduk; sonra abim derdi "ben iki saat sonra geleceğim" gelmezdi. saatlere uyma konusunda müthiş hassastım ben; akşam olunca anca gelirdi geri, ben de önce anneme yetiştirirdim, sonra da babama. ama haksızlık vardı ortada, ben haklıydım, ben hep dükkana bakmak zorunda kalırdım, abim de hep gezer eğlenirdi, bunun bir bedeli olmalıydı :)
Silşimdi düşünüyorum da, en çok bedeli hangimiz ödedik acaba...
Ahmet bey.ilk cümleyi okudum ve ağzımdan çıkan ilk cümle: "yok artık 40 yaşına mı girmiş medigo?" sonra şaşkın bir şekilde okurken yutkunduğumu hissettim. sonra hakkınız olan nefeslerle bi tebessüm edişim... azizim demem o ki siz hiç yaşınızı göstermiyorsunuz.bunu hem sizin instagram'da paylaştığınız fotoğraflar ile hem de benim tornet etkinliği günüme olumlu yanıt vermiş olmanızla izah edebilirim.tekrar doğum gününüz kutlu olsun:)
YanıtlaSileh yaşını göstermemek iyi bir şeymiş gibi görünse de bazı dezavantajları da var. insan bazen kendini sahen gösterdiği yaşta hissedip kalıbına, daha doğrusu nüfus kağıdında yazana bakmadan olmadık şeylere bulaşabiliyor. bir de herkesin doğal bir şekilde yıprandığı hayatta kendi yıpranmaları daha bir yaralayabiliyor, yük oluyor bir nevi. yine de kadir kıymet bilenlerdenim ve kafada algılanan, hayal edilen yaşta kabul edilmeyi tercih ederim. kırk yaşında olmak teorik olarak korkunç bir şey, hayatta bana o yaştaymışım gibi davranılmasını istemem mesela :) ne o öyle koskoca adam gibi :)
Silişin şakası bir yana, çok çok teşekkürler...
sevgili medigo;
YanıtlaSilmüthiş çok etkilleyici
dönüm noktası
ve
sen
ne hoş sizi tanıdığıma memnun oldum
kendine gelişin öyküsü
sevgiyle...
çok çok teşekkür ederim; elimden geldiğince, özetleyebildiğimce kırk yılın genel durum değerlendirmesi diyelim. aslında yazacak daha çok şey var, ömür oldukça...
Silhadi yav, sen kırk mısın?
YanıtlaSilmevzuya böyle girersem 40' ın şokunu yatıştırıcı bi etkide bulunurum diye düşündüm :)) ama gerçekten o resim 40 değil bak diyeyim. hem ne işin var elin paris' in de, istanbul iyidir, iyi diyorlar yani ben sevmem kendisini...
ayrıca o bardağın yarısı boş bende, dolusunun farkına varamadım henüz..
sonra mutlu yıllar, huzurlu yıllar, güzel yıllar vs.
yalan olmasın, bu resim 39,7 filanken çekildi, kırk yaşındaki halim değil :) geçiyor yıllar, bana biraz iyi davransa da nihayetinde ajda ablamın da dediği gibi "yıllar bana da ihanet ediyor" :) ama olsun, güzel güzel geçirdik, daha doğrusu hep güzel olanları görüp güzel olanları akılda tutmayı becerdik. yoksa herkesin hayatı inişli çıkışlı tabi.
Silyarım bardak meselesine gelince, yazıda da söylemeye çalıştığım gibi hayat kendini üzmeye değmeyecek kadar kısa. misal ben hayatın ne kadar güzel olduğunu hatırlamak için mezarlık ziyaretini öneririm. ölüm bana "hayat boş" duygusu vermez, "hayat kısa, ne yapacaksan çabuk yap, vaktinin kıymetini bil, elinden geldiğince hayatı güzelleştir ve tadını çıkar" fikrini aşılar.
nihayetinde ölüp gideceğiz, surat asıp o günü bekleyemeyeceğim, sen de bekleme, hazır nefes hakkın varken güzel güzel yaşa, tavsiye ederim :)
ömrün üçte biri bitti diyorum ben, yani ergenliği tamamladık, kalan seksen yılın kırk yılı olgunluk, kalan kırk yılı da ileri olgunluk dönemi olacak. e haliyle, her şey çok güzel olacak...
YanıtlaSilSizin yazılarınız artık benim için sayfası az, içi dopdolu kitaplar gibi. Doğrusu hem hayat hikayeniz, hem bakış açınız, hem de o su gibi anlatımınızla yüreğimize dokundunuz. Fırsat buldukça tüm yazılarınızı okuyacağım. Daima güzelliklere açılsın kapılarınız... Natali Çelikoğulları
YanıtlaSilYorumunuz için, bu güzel yorumla 40 yaş genel durum değerlendirmemi bana hatırlattığınız için çok teşekkür ederim. Kendimi hatırlamak, yeniden derleyip toparlamak çok iyi geldi. Sağolun varolun...
SilYaşamayı bilenler hayatın içinde kaybolup gitmiyorlar, zorlu mücadeleler verip hedeflerine doğru ilerliyorlar. Bizim gibi yaptığı planlar teoride kalanlarda hayranlıkla onları izliyorlar. Diğerlerine ilham veren güzel kalbin sahibine sevgi ve saygılarımla
YanıtlaSilHepimiz bu uçsuz bucaksız evrende kendi halimizde birer yıldızız aslında. Sadece kendi hesabımıza biraz daha ışımaya çalışmak niyetimiz. Sonra nasılsa sönüp gideceğiz... Güzel yaşamak için elimizden geleni yapma çabamız bundan. Sevgiler, saygılar ve selamlar...
Sil40 a merdiven dayamis biri olarak sanki beni anlattiniz. Yazinizda kendimi gördüm cümle cümle :)
YanıtlaSilHep ideallerim vardi ve hala var.
Ama doğruyu yapmak ve başkalarını mutlu etmek pahasına hep kaçırdım fırsatları.
Hep ertelendi ve bu güne geldim
Çevre der ya hep "bu yastan sonra mı? " " bu kadarcık parayla mı ?
iste bir an icin bende pes edecek gibi oluyorum bunları işitince.
Ve iki gün önce doğum günümde bunun hüznü vardı sebepsiz bir sekilde.
Bu sayfaya iyiki denk gelmişim.tekrar umut doğdu içime. Teşekkür ederim. Kendinize iyi bakınız.
Öncelikle doğum gününüz kutlu olsun... Yapacak ve yaşayacak o kadar çok güzellik var ki daha, hepsi için elimizden geleni yapıp mümkün olduğunca çok yol kat etmeye çalışmalıyız. Önce sağlık, sonra ağız tadı. Gerisi emekle, çabayla olacak şeyler. Hiç yılmadan, hiç vaz geçmeden. İşin sonunda başarmak da var başarısız olmak da ama denemeden hiçbir şeyi bilemeyiz, hep aklımızın bir köşesinde soru işareti olarak kalır ömür boyunca. O yüzden her hayalinizi gerçekleştirmenizi diliyorum. Her şey gönlünüzce olsun ve çok teşekkürler....
Sil