SAYFALAR

Facebook Twitter Instagram Google RSS

10 Aralık 2015 Perşembe

Kış Masalında Bir Yaz Rüyası: Martinique

Kış Masalında Bir Yaz Rüyası: Martinique 10.12.2015
Bu doğum günümü hiç unutmayayım diye mutlaka yazmalıydım. Kış Masalında Bir Yaz Rüyası - Martinik (Martinique) Adası yazıma bu linkten ulaşabilirsiniz.

Teşekkürler.

26 Mart 2014 Çarşamba

Cennette İkinci Yıl

Paris'te ikinci yılımı doldurdum bugün; bu kez ikinci yıl yazımı bu blog'ta değil, Paris blog'umda yayınlamaya karar verdim. Hem genel durum değerlendirmesi olması, hem de Paris hakkında bir fikir vermesi açısından.

Yazı bu linkte...

Sevgiyle

10 Şubat 2014 Pazartesi

Pariste.net

Ne zamandır aklımdaydı Paris hakkında bir blog yazma fikri. Nihayet bir ay kadar önce başladım yazmaya. Her gün yeni bir yazı eklemek gibi bir hayalim var; ne kadar başarılı olur bilmiyorum ama yola çıkmadan, bir şeyleri denemeden başarılı olup olamayacağını göremez haliyle insan.

O yüzen, biz de başladık bakalım gerisi nasıl gelecek. Şimdilik gezi rehberi tadında ilerliyorum, zamanla daha kıyı detay bilgi vermeye çalışacağım. Gezilecek görülecek yerlerin yanında, ne nerededir, nasıl gidilir, ulaşım, sağlık, eğitim, yeme-içme, şu-bu. Neyi deneyimledimse, neyi öğrendimse öyle bir şey. Paris'te yaşayanlara bir şey öğretmekten daha çok buraya yeni gelecek olanlara fikir verebilmek önceliğim. Elbette burada yaşayan insanlara da faydam dokunsum isterim ama neyi kimden daha iyi bildiğimi bilmediğimden bu konuda ahkam kesiyor durumuna düşmekten de çekinirim. O yüzden her türlü görüş, öneri ve düzeltmeye açığım. Bana ulaşırlarsa sevinirim.

Bu süre zarfında kişisel blog'umu ne derece güncel tutabilirim bilmiyorum. Zaten çok sık yazmak gibi bir derdim olmadı. Bazı görüşlerimi, düşüncelerimi yazıp birilerine ulaşmak ama en çok rahatlamaktı bu blog'ta önceliğim.

Paris blog'umun ise daha çok kamu hizmeti görmesini istiyorum. Daha çok insana ulaşsın, daha çok kişi faydalanabilsin derdindeyim. Dediğim gibi zaman gösterecek. Önümüzdeki ay sonu ikinci yılım doluyor Paris'te. O zaman bir yazı illa ki yazarım "genel durum değerlendirmesi" babında buraya ama onun dışında beni takip etmek isteyenlerin pariste.net adresine uğramalarını rica edeceğim.

Sevgiyle...

16 Ekim 2013 Çarşamba

Aşkın Beş Aşaması


Herkes aşktan yana şikayetçi; kimi hiç aşkı bulamamaktan, kimiyse bulduğunu aşk sanmaktan. Kimi acı çekmeye programlamış kendini, kimiyse bilmiyor elindekinin kadrini kıymetini.

Gerçi sistematik biri değilimdir, aşkın metodolojisini çıkarabilecek durumda da değilim ama bunca yaşadığımdan, çevremde olan bitenden çıkardığım sonuca göre aşkın beş aşaması var. Hayır, aşk nasıl başlar, nasıl gelişir, nasıl biterin evreleri değil kastettiğim; aşkın sürdürülebilirliği belki, belki de insan aşık aşık nasıl yaşar, neler olur biter, neler olmalıdır gibisinden bir genelleme benimkisi:

1-Önce aşık olabilecek birini bulmak gerekiyor haliyle, yok öyle "elini sallasan ellisi". Eli yüzü düzgün, insan gibi insan, hamuru sağlam, mayası tutmuş kıvamında birini bulmakla başlıyor her şey. Kimini karşındakinin herhangi bir kıvrımından etkileniyor, kimi bir çift gözlerin sevdasının peşine takılıyor. Sırf nesnel arzular olabiliyor bazen bizi ateşleyen, bazen peri masallarındaki genellemelerin hülyalarına kaptırıveriyor insan kendini. Şanslı olan kafasındaki "güzellik" kavramını oturturuveriyor şak diye karşındakinin üzerine; hem ruhen hem bedenen birbirini tamamlayıveriyor her şey o anda birden; aşık oluveriyorsun öylece; zamansız ve birden, kendiliğinden geliyor.

2-İyi hoş, buldunuz diyelim aşık olunacak birini, şanslı mı sayıyorsunuz kendinizi? Hayat o kadar adil değil ne yazık ki. Bu öyle adaletsiz bir duygu ki, bazen siz seviyorsunuz karşınızdaki bir şey hissetmiyor, bazen o sizin için deli divane oluyor bu size bir şey ifade etmiyor. İkinci bir şans gerekiyor aşkı bulduktan sonra; o da sizinle aynı duyguları hissetmiyorsa ne yapsanız da bu iş olmuyor. Karşılıksız olduktan sonra yaşadığınız duygu sevimsiz, arabesk bir hal alıveriyor. Suçlayamazsınız de karşınızdakini sizinle aynı hisleri hissetmiyor diye; olsa olsa acınızı yüceltip yaşadığınızı bir şey sanarak övünebilirsiniz uzunca bir süre, üstelik de boş yere...

3-Geçtiğiniz mi ikinci aşamayı da, tebrikler; ama yine katedecek mesafemiz var bol bol da ihtiyacımız şansa. Buldunuz birini, sevdiniz de, ne mutlu ki o da sizi sevdi, mutlusunuz da. Ama iş burada bitmiyor, aşık olduğunuz kişinin "doğru insan" olması gerekiyor ve bunu ancak zaman gösteriyor. Evet belki eli yüzü düzgün, belki çok da efendi ya da her neyse aradığınız şey, onda var sanki... Ama olmayabiliyor bazen her şeye rağmen, çok iyi bir insan çok iyi bir sevgili olamayabiliyor. Ya da şansınıza çok yanlış bir insana aşık olabiliyorsunuz körün taşı; hayat yine size adil davranmayabiliyor. Hem siz onun için doğru insan mısınız bakalım? Ancak birbiriniz için doğru insan olabildiğinizde yürüyor bu iş, yoksa ite kaka yıllar bile sürse acı vermekten başka bir işe yaramıyor; size düşen sadece "hayatınızda sevdiğiniz biri olması"nın verdiği tatminle yetinmek oluyor.

4-Aşık oldunuz, sevdiniz, sevildiniz de üstelik; denk de düştü, şansınıza iyi bir insan da çıktı üstelik; oh ne güzel değil mi? Güzel, güzel de bu da yetmiyor ne yazık ki. Sevgili olmak, çifte kumrular gibi romantik vakit geçirmek, sevmek, sevişmek, her şey yolunda gibi gitse de hayatın gerçekleri giriyor devreye burada. Kendi evlerinizde kendi yaşamlarınızı sürdürmekse niyetiniz, sürdürebildiğiniz kadar başarıyla sürdürebilirsiniz ilişkinizi ama insan bir süre sonra aynı evi paylaşmak, aynı yaşamda yol arkadaşı olmak istiyor. Bir sabah değil, her sabah yanında uyanmak istiyor çok doğal olarak; ortak bir yaşamda hep birarada olmak. Bunun için de şanstan çok daha fazla ihtiyacınız oluyor işte. Sevdiniz, sevildiniz, doğru insanlarsınız da artık ortak bir yaşam sürmenin umulmadık sorunlarının üstesinden gelmeniz gerekiyor. Bu kadar okuyan, bu kadar irdeleyen biri değilseniz hayatı kendi akışında bırakır "ne olacaksa olur" modunda yaşar ya da "iyi böyle" diyerek kendinizi avutursunuz ama buraya kadar okuduysanız sıradan hayatlar sizi kesmiyor demektir; o zaman ortak yaşamların sorunları, özgürlüklerinizin budanması, karşılıklı ödünler... Yürekten değilse yürümüyor; öyle bir şey ki aşk, gönüllü geçiyorsunuz kendinizden ama başkasına da dönüşmemeniz gerekiyor, çünkü sizi seven hep ilk halinizi görmek istiyor. Saatler sürüyor önce "çıkmak" için hazırlıklar, oysa her zaman o kadar güzel, o kadar alımlı, o kadar çekici olamayabilirsiniz gerçekten kendinizken, asıl o sabah aynı yatakta, saç baş dağınık, ağız burun bir tarafa kaymış haliyle güzel bulabiliyorsanız yanındakini, o zaman gerçekten aşıksınız, o zaman yürür bu iş. Horlaması şarkı gibi gelir aşkın, terinin tadı bir başka; yemekten çıkan saç teline kurban; hiç düşünmeden, öylesine ve yürekten. Her haliyle sevebilmeniz gerekiyor sevdiğinizi.

5-Sevdiniz, sevildiniz, doğru insanlardınız, birlikte yaşamayı da başardınız, ne mutlu, buna da şükür tabi ama bundan sonrasını zaman gösteriyor. Beklendik beklenmedik bir sürü riskle dolu yaşamınız. Beklenenlere karşı tedbiriniz hazır, alırsınız önleminizi ama bazen hayat hiç olmadık yerden sürprizlerle karşınıza çıkarıveriyor. "Hayatta yapmam" dediğiniz neleri yaptırıyor. Hem aşk ölür mü zamanla, kim verebilir ki sürüp süremeyeceğinin garantisini? Eğer sadece kaşı gözü, boyu posu, parası pulu değilse aşkınızın nedeni, daha tarif edilmez bir şeyse, evet şanslısınızdır, daha güçlü bir bağdır aranızdaki, daha gerçek bir duygudur o zaman ama nasıl ki bir bilinmezlikle gelmişse içinize aynı bilinmezlikle de gidebilir öylece; hiç sebepsiz. Sonra "hayat gailesi" savurabilir başka başka köşelere sizi.

Ortak zevklerinizin olup olması o kadar dert değil ama ortak değerleriniz önemli. Anlayış, özen, şu bu, yaz yaz bitmez. Demem o ki güzel kardeşim, bu aşamaya kadar getirebildinse ilişkini, ne yap et, koru derim onu, sinende sar sakla. Dışarda her zaman şusu daha güzel, busu daha iyi biri vardır mutlaka aklını çelecek ama bir bütün olarak seni bu noktaya kadar getirebilecek hayatlar öyle deste deste sunulmuyor insana pek; gerek de yok zaten.

Her şey bu beş aşamayla sınırlı değil elbette, yazsam daha sayfalar da sürer hatta ama bilene anlayana bu bile yeter de artar bile.

Hele bir de aşk sandığımız şeyin aslında aşk olmadığı mevzusu  var ki o apayrı bir mesele. Hani bize filmlerde şarkılarda öğretilen, acı çekmekle, didişip birbirini yemekle yaşanan bir duygu olduğu sandırılan, acılarımız üzerinden müzik ve film endüstrisinin ekmek yediği o idealize edilerek yüceltilmiş hastalıklı aşk kavramı. O başka bir konu başlığına...

Özetle aşk mutlulukla ilgili bir şeydir.

Siz şimdilik bununla yetinin, ne yapın edin sevin ve sevilin...

26 Mart 2013 Salı

Cennette Bir Yıl


Paris'te geçirdiğim ilk bir yılda yaşadıklarımı anlattığım Cennette Bir Yıl yazımı Pariste.Net'teki bu linkten okuyabilirsiniz.

10 Aralık 2012 Pazartesi

Kırk Yılda Bir

Bir baktım kırk olmuşum. Bir bakmıştım on sekiz de olmuştum, yirmi beş de olmuştum, hatta otuz oldum diye ulusal yas da ilan etmiştim ama şimdi bir baktım kırk olmuşum. “Olsun, seksen olmaktan iyidir” diye avutup duruyor insan tabi kendini; on sekizken de yirmi beş değilim diye mutluydum, yirmi beşken otuz, otuzken de kırk olmadığıma şükrederdim. Bu böyle sürüp gidecek, ta ki şükredecek gün kalmayıncaya dek.

Her yaş dönümünde şöyle bir durum değerlendirmesi yapmak adettendir, üstelik kırk da önemli, eh biraz da kutsal; vardır büyüklerin bir bildikleri.

Dünya güneş çevresinde kırkıncı turunu tamamlamış demek ki ben doğdum doğalı; tebrik ediyoruz kendisini ve teşekkür ediyoruz güneşe her sabah yeni bir umutla uyandırıp günümü aydınlattığı için.

Ben gecenin bir yarısı doğmuşum, güneş üzerime sonradan doğmuş, ben doğduğumda geceymiş ne gam, gözüm açıldığında anlamışım demek ancak güneşin kadrini kıymetini.

Türk filmlerindeki gibi mutlu-mesut bir çocukluğum oldu benim (biliyorum mutlu ve mesut aynı şey ama birarada kullanmayı seviyorum böyle zamanlarda). Orta gelirli bir ailenin ikinci ve son çocuğu olmakmış şansım. Dünya iyisi bir anne, dünya tatlısı bir baba, ikisinin karışımı tam kıvamında ama biraz da hercai bir abi; genişçe de bir akraba-ı taallukat ile güle oynaya geçti çocukluğum.

Mızmız, hastalıklı ama durduğu yerde durmayan, bir o kadar da çalışkan, terbiyeli, efendiden bir çocukluktu benimkisi. İstanbul’da doğduğumdan itibaren Moda’daki iki yıllık bebekliğimi saymazsak, doğma büyüme Koşuyolulu diyebilirim kendime. O zamanlar “villa” denmezdi oturduğumuz bahçeli evlere; bahçeli evlerden kurulu müthiş güzel, müthiş mütevazı, müthiş sakin ama bizim çocukluk heyecanlarımızla müthiş renkli güzel günler geçirdim orada ben. Dalından meyve yedim, ağaçtan düştüm, bahçede kuyu kazıp kızıldericilik oynadım; akşam ezanından önce evde olmam gerekti hep. Yine de haşarı değildim, düşüp pantolonumu ilk yırttığımda babam alnımdan öpmüştü benim.

Biraz kuralcıydım, yani kurallar iyi bir şeydi, bir kural varsa uyulmalıydı, ona uymayanlar da cezalandırılmalıydı. Çocukkenki ispiyonculuğum oradan gelir; hayır, kimseyi ele vermenin hazzı değildi benimkisi; ben kurallara uyuyorsam herkes uymalıydı, uymayanlar sıradışılığın meyvesini tatmanın bedelini mutlaka ödemeliydi; paçayı kurtarmaya çalışsalar da enseletmek görevimdi. Çok çekti abim benden çok. Ben sıskalıktan okul çantamı taşıyamadığım için benden sadece bir buçuk yaş büyük olmasına rağmen hem çantamı taşıyan, hem de beni omuzunda evden okula götüren abimi ispiyonlardım ben :) Bir de nasıl kıskancım, ölüyorum kıskançlıktan :) Ama abim de kıskanılmayacak gibi değildi; benim tam tersime gürbüz, sağlıklı, hiçbir şeyden sakınmayan, cesur, becerikli, şirin mi şirin bir çocuktu; tüm bu meziyetler beni delirtmeye yeterdi zaten :)

Şimdi çok garip geliyor bana bu duygular, bir o kadar da uzak. Kıskanma duygusunu hiç tatmamış gibi damağım, alık alık bakıyorum o günlerime; abimden defalarca özür dileyerek.

Okulda çalışkandım allah için, zaten başka da doğru dürüst bir meziyetim yoktu, eh bu yüzden derslere asıldık haliyle. İneğin hallicesi, gıcık bir tip işte. Hayatı ders çalışmak sanan, saate takvime riayet eden, terli terli su içmeyen, zaten içse de hasta olan, mızmız, huysuz, uyuz bir tip :) Yok o kadar da kötü değilimdir herhalde, sonuçta bir sürü arkadaşım vardı, çok severdim arkadaşlarımı, hayal dünyam çok genişti, iki çubuk bir taştan dünya kadar oyun yaratırdık birlikte, saatlerce oynardık hiç sıkılmadan.

Büyüdükçe bir şeylerin tuhaf olduğunu sezmeye başladım zamanla. Ben büyüyordum ve dünya gözüme bir garip görünmeye başlıyordu. Bana öğretildiği gibi değildi hayat; hele hele mutlu Sezercik filmleri gibi hiç değildi. Yine de kabul etmek istemedim, kendi gerçekliğimle şekillendirmeyi başardım dış dünyayı yıllarca. Bu beni 18-20 yaşıma kadar getirdi sağ salim.

Üniversite üçteyken dünyanın sonunun geldiğini düşünmüştüm. Ölmekten korkmasam ölmeyi denerdim herhalde :) Ama yemedi :) Mecburen yaşamak zorunda kaldım :) Felsefe üçteydim, inandığım tüm değerler ayağımın altından çekilivermişti, basacak hiçbir zeminim de kalmamıştı. Dış dünyanın gerçekliği de topyekün toz bulutu olup uzaklara kaçmıştı.

Sonra bir baktım durum fena, son anda bir çıkış yolu buldum kendimce, Descartes hesabı, ulaştığım çıkmaz sokağın da gerçek olmadığına karar vererek kendime kendimce bir dünya kurdum yeniden. Artık tek amacım vardı, “mutlu olmak, her ne pahasına olursa olsun”. Baktım yarım bardak suyun içinde yarım bardak su var, eh haliyle yarım bardak su da yok. Şimdi bir ömür bardağın yarısı boş diye üzülmekle elime bir şey geçmeyeceğinden, kalan yarısının dolu olmasıyla avuttum kendimi; epey de bir başarılı oldum. Bırak yarısının dolu olmasını, içinde bir damla su varsa sorun kalmamıştı artık. Böyle böyle yıllarımı geçirdim.

Okul sonrası master ve araya hançer gibi giren askerlik macerası ile felsefe mezuniyetimin üzerine cila çektim “doğu”da. Yaşamın nasıl bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu o zaman anladım. Ölmek o kadar yakındı ki, ölmek o kadar gerçekti ki, ne yapıp edip hayatta kalmalı, hakkım olan nefesi sonuna kadar kullanmalıydım. Tam bir yıl dağ başlarında kimi zaman eksi otuz derecelerde bunu düşündüm, telefonsuz habersiz, kabansız katıksız aklımı kaçırmamak için debelendim. Sonunda sağ salim dönmeyi başardığımda artık kimsenin benden normal olmamı beklemeye hakkı yoktu gözümde; kimse benden hiçbir şey olmamış gibi davranmamı isteyemezdi. Ben hayatın öteki yüzünü, bir de orada görmüştüm tam bir yıl boyunca.

Hemen ardından bordrolu iş yaşamı başladı, araya bir yalan yanlış gönül meselesi girip de hayattan ne beklediğimi tam olarak anladığım dönemde en çılgın adımları atarak hayatımda ilk defa hiçbir pişmanlık duymadan ne yapmak istiyorsam onu yapmayı öğrendim. İşte bundan sonraki yolumu da tam da o dönemde çizdim. Aşk denen şeyle işte o zaman tanıştım.

Artık hayat benden yanaydı; ben yerimde durur muyum; Doğu’nun dağlarında dibe vuran hayat ibrem bu kez Amerika’yı gösterdi; işte o zaman gökyüzündeki bulutları gerçekten hissettim. Amerika macerası benim için bir “yurt dışı ve dil öğrenme” deneyiminden çok, bir kez daha kendimi ve dış dünyayı tanıma dersi oldu. Hayatımda ilk kez çok büyük çoğunluğu benim gibi düşünmeyen insanların arasında olmanın yarattığı ruh halini unutmam mümkün değil. Bakış açım tamamen değişmişti.

Ama Amerika’dan da dönmem gerekiyordu, çünkü dönmemi gerektirecek çok çok önemli bir neden vardı; gözümü bile kırpmadan döndüm, hiç tereddütsüz.

Para pul hep sorun oldu, hep çok çalıştım. Zaten ömrüm ben yirmi günlükken çalışma hayatına başlayan annemin yanında, hep “dükkan”da geçmişti. Ben o dükkanda büyüdüm, o dükkanda oynadım, okuma yazmayı o dükkanda öğrendim. Okul dışındaki tüm zamanlarımı dükkanda anneme yardım ederek geçirmiştim. Üniversitedeyken bile, okul çıkışı, part-time iş çıkışı, ingilizce kursu çıkışı, tüm yaz tatillerinde hep dükkandaydım, hep çalıştım! Üstüne bir de gerçek iş yaşamı binmişti, işte de çok çalışıyordum, bazen haftanın her günü, hiç tatilsiz, yıllık izinler hep lüks diye kakılıyordu kafama, nefes bile aldırmadılar bana, hep öyle çalıştım. İş çıkışları bile gidip annemin dükkanına yardım ederdim, şimdi unutuldu tabi o günler, kimsenin umurunda değil, “öyle olması gerekiyordu” deyip geçiştiriliyor kaybettiğim gençliğimin seçme şansım olsaydı kendime ayırmayı tercih edeceğim en güzel günlerim.

İş hep sorundu, ben oyunu kuralına göre oynamayı hiç bilemedim. Hep sandım ki işini doğru yaparsan hak ettiğini alırsın; olmadı öyle, hiç olmadı; ben de bir süre sonra umursamayı bıraktım. Reddettim her şeyi, bana dikte edilenleri. Zaten on yıl önceydi bu anlattığım, otuzuma tam yeni girmiştim, hayatım tepetaklak olunca geri kalanını da ben tepetaklak etmiştim. Kendimce bir çıkış yolu buldum ve o yolda kimseye kulak asmadan ilerledim. Çok uğraştım, çok mücadele verdim; sonuç: Denedim, olmadı; dert değil, olmadı ama denedim; hiç aklımda kalmadı...

Sonra yeniden plaza insanı olmak zorunda kaldım, çarklar yeniden aynı aynı dönmeye başladı. Olsundu, hayatı güzelleştirmenin bir yönünü illa ki bulmayı başardım. Artık gezme vaktiydi, dünyaya açılma vakti; ne kazandımsa hepsini yurt dışı gezileri için harcadım. Üniversitedeyken “Kadıköy’e bile inmeye param olmadığı zamanlar”ı yaşamış ben, artık bir geceliğine bile olsun hafta sonu tatili için Viyana’ya gidiyordum misal, Frankfurt’a gidiyordum, Saraybosna’da bir bodrum katında kalıyordum bazen, bazen Fransa’da bir şatoda kutluyordum doğum günümü; hayatı her yönüyle, her şeyiyle yaşamayı seviyordum çünkü. Şöyle hızlıca bir sayıyorum da, bugüne kadar elliden fazla şehir gezmişim Avrupa ve Kuzey Amerika’da; bu bile ne kadar güzel bir hayat yaşadığımı göstermez mi? Sadece sayı değil güzel olan, her biri ayrı ayrı özel, her biri “en güzel” nice tatiller, nice geziler nasip oldu bana. Yolum da güzeldi yol arkadaşım da.

Sonra bir gün anladım ki doğum büyüdüğüm topraklar, İstanbul yetmiyordu bana nefes alıp verebilmem için; nedenlerini saysam sayfalar sürecek konular yüzünden gözüme yurt dışında yaşamayı kestirdim; onun hikayesini bir gün uzun uzun anlatırım; sonuçta o oldu, bu oldu, şu oldu; kendimi Paris’te yaşarken buldum işte.

İstanbul’dayken diyordum “bari kırk yaşıma başka bir ülkede yaşıyorken gireyim...” O da oldu bak, hayat bana daha ne yapsın?

Şimdi hayatımın en güzel dönemini yaşadığım demlerimdeyim. “Kırk oldun” diyorlar bana, oldum çok şükür; iyisiyle kötüsüyle ama hep mutlu kırk güzel sene geçirdim. Nazar değse İngiltere kraliçesine değer zaten, hem inanmayana nazar da değmezmiş; o yüzden rahatlıkla söyleyebiliyorum ki bu dünyanın en şanslı insanlarından biriyim. Hep sevdim, hep sevildim.

Bundan sonrası ne olur bilinmez; kim bilebilir ki geleceği; bilse eline ne geçer ki? Her ne olursa önümüzdeki günlerde, ömrümüz varsa yıllarda, her şeye hazırım. Dolu dolu yaşadım; elimden geldiğince neyi istedimse onu yaptım. Keşkelerim olmadı hiç, çünkü biliyordum ki ne olmuşsa olması gerektiği için olmuştu, ne olmamışsa beni bu güne hazırlamak için olmamıştı. Şimdi bu gündeyim: 10 Aralık 2012, Paris’teyim. Doğru zamanda doğru yerde doğru hayatı yaşamanın iç huzurundayım. Dünyayla barışık, varoluşuyla barışık bir alemdeyim. Biliyorum aslında hayatın gerçeklerini; acımasızlığını, ikiyüzlülüğünü, eşitsizliğini; hem de iliklerime kadar hissediyorum. Elimden geldiğince direniyor, elimden geldiğince doğrularımla yaşamaya çalışıyorum. Kuru bir polyannacılık değil benimkisi. Sevgi pıtırcığı bir hayat hiç değil. Evet bu hayatı seviyorum ama seçme şansım olsaydı inanın yaşamak seçeneğini en başından beri seçmezdim; hiç gerek yoktu bu saçma düzende savaş vermeye çünki. Ama madem geldim, dibine kadar yaşarım, hakkım olan nefesleri söke söke alırım. Başkaları için yaşamakla kendim için var olmanın altın ortasını keşfettiğim günden beri buldu dengesini her şey. Nasıl güzel, nasıl dingin.

Sözün özü dostlar bugün kırk oldum ben; yolun yarısıdır, başıdır sonudur bilmem. İnsan kırk yılda bir yazabilir böyle bir şey, insan kırk yılda bir aşık olabilir.

Ben hayatta bir kez aşık oldum ve hep o aşkımı sevdim.

Şimdi kırk yaşımdayım, bu kırk yılın her biri için tek tek teşekkür ederim.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Tebdil-i Mekanda Ferahlık Vardır

Tebdil-i mekan derler, varmış bir ferahlık. En az beş yıldır uğraşıp duruyordum "buralardan gitmek lazım, kendime nefes alacak yeni bir mekan yaratmak lazım" diye. Hedefim Kalkan ya da Bodrum olsa işim kolaydı, toplardım tası tarağı, ilk uçağa, ilk otobüse artık her neyse, basar giderdim.

Ama kesmiyordu beni "güney" hayalleri. Derdim sadece günlük hayatın koşuşturmacalarından kurtulup sakince bir balıkçı kasabasına kaçıvermek değildi, orada da bu insanlardan vardı çünki.

Kendi bastırılmışlıkları ile seni boğan, terbiyeden ve görgüden bihaber, hazımsız, saygısız insan sürüsü. Bir kompleks bir gard alma halleri sürekli, yormuştu bunlarla boğuşmak artık beni.

Bir de "nereye gidersen git, kendini de götürürsün oraya" diyerek gitmeye bile korkuturlar insanı. Sanırsın nereye gidersem gideyim aynıdır hayat, aynı dertler gelir bulur seni; değil, hiç de olmuyor öyle. Elbette değiştireceksin bir miktar kafanı ama en çok da çevresel etkenlerden koruyup kollayacaksın kendini; bu yüzden ne yapıp edip değiştirivereceksin olduğun yeri.

Bir yengeç sepetinden atmayı başardım kendimi dışarı ben. Tam çıkacakken çekiçekiverenlerden kurtuldum aşağıdan; çekmiyorsa da korkutanlardan, korkutmuyorsa da cesaretlendirmeyenlerden sıyırdım sonunda kendimi.

Cesurdum ben. Daha kırk olmamıştı, hem kırk hayatın yarısından azdı. Ne zaman değiştirilebilirse o zaman tam vaktiydi her şeyin en güzelini denemek için. Olursa olur olmazsa olmazdı.

Yıllarımı aldı şartları olgunlaştırmak; öyle kuru sabırla da olmayacağı aşikardı. Elbette en çok ihtiyaç duyduğum meziyetti bu süreçte sabır, bir o kadar da cesaret.

Şimdi sonuca bakıp "ama öyle tabi ben de olsam yapardım" diyenlere kulak asmayacak kadar başkalarının ne diyeceği endişesinden uzak, o kadar uzakta olmak lazımdı. Her yolu denedim; insan olarak kabul edileceğim, insan olduğumu iliklerime kadar yeniden hissedebileceğim bir yerdi benim hayalim. Ve bu hayalin doğduğum topraklarda gerçekleşmeyeceğini kavradığım günden beri hep yeni bir rota arayışıydı derdim. Her ne pahasına olursa olsun deneyecektim.

...

Bizi çok başka yetiştirmişler, yalan yanlış egolarla şişirip yalan yanlış korkularla tasmalamışlar bir ömür; hayat böyle değilmiş, hayat öyle hiç değilmiş. Zaten bunu sezdiğim günden beri burnuma taze hayat kokusu geliyordu sürekli, ben o kokuyu takip ettim.

...

Bu bir göç değildi, olmamalıydı da kesinlikle. Göçte bir terk ediş, bir kaçış, bir zorunluluk vardı çünkü. Göçersen gittiğin yer "gurbet"ti ve gurbet mutlaka acı verirdi. Ben hiçbir yeri terk etmedim, hiçbir şeyden kaçmadım, hiçbir zorunluluğum da yoktu aslında. Her şey çok iyi gidiyorken yapmalıydım bunu. Kovulmadan, kovalanmadan, herkesin en çok kucak açtığı bir anda gerekiyordu bu gitmeler.

"Ömrümün bir bölümünü X bir yerde geçirme" düşüncesiydi benim hayalim. "Bir süre burada, sonrasına bakarız" şeklinde bir nefes alma durağıydı beklentim.

Sonra hayalimi gerçekleştirdim. Ama hiç beklemediğim bir şekilde zor oldu vedalar. Hiç aklımda yokken, her türlü eleştiriye verilecek cevabımı da ceplerime doldurmuşken üstelik, son sarılmalarda oluk oluk aktı hiç beklemediğim anlarda ayrılık gözyaşları. O gece, sabaha karşı Fransa'ya giriş yaparken pasaporttan, "red yesem koşa koşa geri dönerim" bile dedim hayretler ederek kendime?

Ama sonra gelip yerleştik ya Paris'e. İlk günün sersemliği sonunda bir uyunup uyandım mı gerçek hayata uyandığımı anladığım an, işte o an ne İstanbul kaldı aklımda ne başka bir şey; sanki hep burada doğmuş büyümüşüm de, beni Türk mürebbiyeler yetiştirmiş, ondan doğduğum yerlerin dilini öğrenememişim derdimden başka başka bir sorun bilmedim, kendimi bir günde "hep buraya ait" hissettim.

Şimdi yıllar sonra düşlediğim hayatı yaşıyor olmanın sevincindeyim. Huzurlu, saygılı, dingin, kendiyle barışık, düzenli, temiz, dopdolu, taptaze, sakince bir hayat içindeyim. Biliyordum her şeyin güzel olacağını da bu kadar güzel olacağını gerçekten kestirememiştim.

Bu noktaya varmak hiç kolay olmadı ama vardığım nokta varmayı düşlediğim yerden çok daha fazlasıydı.

Şimdi bir süre, bu diyarda kendimce, kendi renkli hayatımı yaşamak dileğim. En çok yeşil ve mavi, bir de tertemiz hava. Dilediğim zaman kalabalıklarda dilediğim zaman kendi halimde. Mutlaka bir dinginlik, hep bir kendinle uyuşup barışma hali.

"Ama orada insanlar kasıntıymış, kimse kimsenin yüzüne bakmazmış, herkes bencil, egoist ve yalnızmış" yalanlarından çok uzakta, yakmadan sıcak olabilen, cıvıtmadan samimiyet kurabilen, sahteleşmeden kibar olabilen bir şehirde olmanın tadına varmanın derin hazzı benimkisi.

Aklım geride kalır sanmış, Pera Müzesi'ndeki bir sergide çektiğim bu resmi "bir gün gittiğimde aklım geride kalırsa kullanırım" diye saklamıştım. Şimdi ben gittim; aklımla ve yüreğimle buradayım. İstanbul uzakta bir şehir. Beni ben yapan eski sevgilim; gerçi o beni terk edeli zaten yıllar olmuştu ama aslında ben onu hiç terk etmedim.

Şimdi Paris koynunda avutuyor beni ve insan İstanbul'u hiç aramıyor.

Bir süre böyle,

İyi böyle...

26 Ocak 2012 Perşembe

Küçük Detayların Hikayesi

Şimdi ortada bizim gördüğümüz bir sonuç var. Örneğin, bir bakıyoruz ki Edi, bir arabaya binmiş, Kız kulesi'nin önüne park etmiş, yağan yağmuru seyrediyor.

Başımızı çevirip gözümüze iliştiyse ne ala ama hiç dikkatimizi bile çekmediyse Edi'nin burada oluş hikayesini kaçırıyoruz. Kaçırdığımız bir kayıp mı sanmam ama yaşamın bir renginden haberimiz bile olmadan geçip gidiyoruz.

Sözüm Edi'nin hikayesini merak edenlere:

Efendim bu Susam Sokağı, benim lise son üniversite bir yıllarıma filan denk gelir, TRT'de yayınlanırken yeğenlerimle ya da komşu çocukları ile televizyon izlerken karşıma çıkıvermiş, Edi'si ve Büdü'süyle çocuk programı demeden beni kendine aşık etmiş bir yapımdır. Selma Yeşilelma'sından tutun da kahverengi bot giymeyen tırtılına kadar bir sürü absürd hikaye yanında beni yüreğimden yakalayan Edi'yle Büdü olmuştur hep. Edi'yi Altan Erkekli, Büdü'yü Köksal Engür seslendirir; ikisi de zavallım, koskoca tiyatroculardır ama o günden beri kendilerini nerede hangi oyunda izlesem ve seslerini duysam, yaptıkları hangi rol olursa olsun karşımda konuşan ya Büdü ya da Edi'dir.

Ben çocukken, annemlerin ceviz şifonyerinin kulpları olmayan bir alt çekmecesi vardı. Bir gün annemler evde yokken, ki çalışan bir annenin çocuğu olarak bu şansa hep sahip olmuşumdur, merak edip şifonyerin bu en alt çekmecesini açmayı başarmış, ıvır zıvır giysilerin, bembeyaz çarşafların altında, camı kırık bir çerçeve içinde tıpkı bu Edi'ye benzeyen meksikalı tiplemelerin olduğu kuklaların resmine rastlamıştım. Nedense annemlere bu resmin kime ait olduğunu, kimden ve nereden bizim evimize geldiğini sormak hiç aklıma gelmedi. Belki de gizli gizli bu resme ulaştığım anlaşılır diye sormamış olabilirim, nereden baksan otuz beş yıllık hikaye, unuttum gitti.

Unutmadığım şey o meksikalı kukla tiplemelerinin ifadeleriydi. Yıllar sonra bu ifadeye Edi'de rastladım, o yüzden yaş yirmilere gelse de bu kadar etkilendim sanırım. Tabi bir de üstüne Edi'nin zıpırlıkları, saflıkları ve sevimlilikleri de eklenince sevmek kaçınılmazdı. Büdü derler bir de arkadaşı vardır bunun malumunuz, Büdü'yü de Edi kontenjanından sevdik haliyle.

Tip olarak Büdü'ye huy olarak Edi'ye benzemeye başlamışız, tabi yaş büyük, koca adam olmuşuz, oyuncak ayısıyla uyuyan ablalar gibi olmayalım diye gururumuza yediremiyoruz. Bir o kadar da içten içe bir tapınma hali, her yerde Edi'nin kuklasını arıyoruz ama bulmak ne mümkün? O zaman şimdiki gibi, yaratılan her yeni karakterin ticari ürünleri böyle kamyon kamyon yığılmazdı ki pazara.

Gel zaman git zaman, yolum Amerika'ya düştüğünde doksan dokuzda, Amerikan Tarihi Müzesi'nde rastlayınca Edi'ye bir camekanın arkasında, bende bu Edi'yi bulma hevesi yeniden alevlendi ancak müzenin "shop"ında satılmıyordu ne yazık ki. Yine hüsran, yine bir unutuş dönemi.

Anlatırım da her yerde eşe dosta, deli gibi Edi'yi arıyorum diye. Yok bulunmaz, artık gündemden düşmüş yerini pokemonlar bilmem neler bir sürü tuhaf tuhaf şeyler almış ya, o yüzden şimdi esamesi okunmaz.

Bir gün Amsterdam'da dört kafadar dolaşıyoruz, bir panayır yerinden geçerken bir de baktım Edi ile Büdü camekanın altında bir sürü kuklayla ve peluş oyuncakla beraber kuzu kuzu yatıyor! Gerçi tam da benim istediğim tipte değiller, biraz sallapati yapılmış kuklalar ama yılların hasreti var, defoları gözü görür mü hiç insanın o an, dedim "abi bu kaç para?" hollandalı abi dedi "satılık değil, at bir euro'yu kap kancayla istediğin oyuncağı"... bir euro atarsın olmaz, bir euro daha atarsın kancanın ucundan kaçar, bir euro bir euro daha, yok mümkün değil, arkadaşlar deniyor ben deniyorum yok; camı çerçeveyi indireceğim neredeyse evi ocağı satacağım ama Edi'ye kavuşmak imkansız. Nihayetinde pes edip, kös kös ayrılmıştık o panayırdan.

Sonra her gezdiğim yeni ülkede oyuncakçı oyuncakçı dolaşma hastalığı belirdi bende. Çocukluğumun nice oyuncaklarına rastladım ama Edi bende takıntı, illa o olacak, diğerlerinin beş para değeri yok gözümde. Bizim Edi yine yok yine yok.

Bir gün Madrid'in sokaklarında avare avare geziyoruz, yavaş yavaş turistik bölgeden uzaklaştığımızı fark ettim, sıradan evler, sıradan sokaklar; aslında gerçek Madrid'de geziniyoruz. Bir baktım koskoca bir meydana gelmişiz, hani belirli günler pazar kurulur böylesi yerlerde, meydanın ortasında sadece bir seyyar satıcı bekliyor öylece. Hazır gelmişken bakalım dedik ne satıyor bu adam; bir baktım çeşit çeşit oyuncaklar, içlerinde bizim Edi öyle kuzu kuzu yatıyor. "Ediiiiiii!" diye bir sevinç çığlığı bende, İspanyol satıcı şokta, ne var yani üç kuruşluk oyuncak nihayetinde. Anlatsam nasıl anlatırım, benim hayatımın küçük detaylarının hikayesi ne ilgilendirsin adamı. Dedim "abi bu kaç para", geçmiş zaman unuttum, dedi "üç euro, beş euro" anında aldım tabi, kavuştum yılların hayaline. Nasıl güzel, nasıl gerçek, ekranda gördüğümün birebir aynısı. Sonra aklıma geldi tabi, bunun bir de Büdü'sü lazım, Büdü diye sorsam anlamaz, Edi aslında Ernie, Büdü aslında Bert ya, acaba ispanyolca adı da Bert mi ne bileyim, soracağım Edi'nin arkadaşı yok mu diye, ne adam tek kelime ingilizce bilir, ne ben derdimi anlatacak kadar ispanyolca, Edi'yi gösterip sordum adama "Amigos? Amigos?" aklımca niyetim "bunun arkadaşı nerede?" diye sormak, İspanyol dedi "no amigos" o an yıkılsa da dünyam, asıl Edi'ye ulaşmış olmanın mutluluğuyla ayrıldım o meydandan, elimde Edi'nin dünya tatlısı kuklasıyla.

Şimdi o tarihten beri Edi'nin amigos'unu ararız, tip olarak Edi'ye huy olarak Büdü'ye benzeyen biriyle, küçük detayların hikayesi güzeldir diye.

6 Ocak 2012 Cuma

Empati Yorgunu

Bir yorgunluk üzerimde, yok öyle koşturup durmaktan değil, taş taşımaktan hiç değil; kendimi onun bunun yerine koymaktan, her iyiliğin, bir o kadar da kötülüğün kaynağını anlamaya çalışmaktan, başıboş davranışlardan bir anlam çıkarmak için uğraşmaktan bu yorgunluk.Ben de isterdim bir fikre körükörüne bağlanayım, benden gayrısı ne düşünürmüş hiç dert etmeyeyim, benim düşündüğümden başka dünya görüşleri de olabileceğini aklımın ucumdan bile geçirmeyeyim. Başka fikirler yok olsun, tek benim istediklerim yaşasın, bu uğurda yapıp ettiğim her şey yasal, bir o kadar da övülesi olsun? O zaman hayat çok daha kolay olurdu; benim gibilerle kendime bir saadet zinciri kurar, "bizden" olmayanları da hayatımdan çıkarıp kendi fanusumda gül gibi yaşayıp giderdim.

Oldum bittim hep başkalarının hayatlarını önemsedim durdum. Neden öyle düşünürler, hangi yollardan geçip de karşıma bugünkü halleri ile gelmişlerdir, inandıkları, inanmadıkları şeyler neler, korkuları ne kadar, hangi masalların peşi sıra koşup hangi mitlerden ülkeler kurmuşlar kendilerine, neden tek doğrunun o olduğundan kendi benlikleri kadar eminler merak etmişimdir. Bu merak beni onları anlamaya, kendimi onların yerine koymak için her daim bitmek tükenmez bir uğraş vermeye sevk eder. Çoğu zaman iyi bir şeydir bu üstelik. O zaman insanları bir çırpıda yargılamaz, onlara elimden geldiğince hak verir, onların gözlükleri ile yaşama baktığımda başka başka bakış açıları ile zenginleşirim. 

Ama bazen üzerimde bir yorgunluk bir tükenmişlik hali. Onca ideolojinin, onca fikrin yükü bir dozer gibi geçiveriyor üzerimden. Tanrısal öğretilerle yaşamlarına yön vermeye çalışan insanların edindikleri dinsel öğelerle yapıp etmelerini anlamaya çalışmak, herkesin "ben haklıyım" larının başkalarının yaşamları üzerinde tahakküm kurabilme cüretlerinin sınırları aşmasına tahammül gösterebilmek, bir bebekten bir katil çıkaran toplumlarda toplumu mu yoksa katili mi affetmek gerektiğine kafa yormak, maktulün ve yakınlarının kayıplarını kimin üstleneceğinin altından kalkamamak; bir teröristle bir askerin aynı odada gözgöze gelişlerinde her biri başka bir hayatın çizgisinde ama hür iradesiyle ama hayat öyle bir yol çizdiği için şimdi durdukları yerde olmalarının tuhaf hikayesi ile terazide tartmaya kalkmak pek de kolay olmuyor ve aklı sağ salim tutabilmek başta.

Biri hiç yılbaşı kutlamamış, hiç havada uçuşan balonlarla çocukluğunda bir yeni yıl anısı biriktirmemiş bir çocukla, kendini bildi bileli yılbaşlarını çam ağaçlarıyla, konfetilerle hatırlayan başka bir çocuk, ileride iki yetişkin birey olduklarında birbilerini küçümseyip dururken ben her iki yolun da hikayesini getirip gözümün önüne, destek değil ama hak verebilmenin yükünü taşımaktan yoruldum aslında. Çünkü hak vermek sorunlara çare olmuyor umduğumca; herkes kendi ideolojisinin doğruluğundan emin, gözü kapalı yakıp yıkabiliyor karşındakini. "İnsan hakları", "kişisel özgürlük sınırları" her türlü kalıba sokulup şekilden şekile girebiliyor rahatlıkla başkasının canını yakabilmek pahasına.

Bu savaş alanında, yolumuzu bulmaya çalışırken biz, attığımız her adımda sağda solda bir yerlerde bombalar patlıyor; bir o yana bir bu yana koşturup duruyoruz çaresizce. Kendimize güvenli bir yaşam alanı oluşturabilmek önceliğimiz, sonra ileriye doğru birkaç adım daha atabilmenin telaşı.

Aç karnımız doyacak önce sonra da gözümüz. Aslına bakarsan dünya hepimize yeter elbette, eğer sadece karnımızsa söz konusu olan ama gözlerimizi doyurmak için değil bu dünya, tüm evreni bile versen tanrı olmak isteyebiliyor insan o zaman da. Bu yüzden kıyıp duruyor birbirine.

...

Kuracağım sistemde bir çocuğun bile gözünden tek bir damla yaş akması gerekecekse yeryüzünde, ben bu dünyayı yaratmazdım.


BİLGİ VE TEŞEKKÜR

İLETİŞİM FORMU

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Powered by Blogger.