SAYFALAR

Facebook Twitter Instagram Google RSS

1 Ekim 2010 Cuma

Pes

İkiyi geçmişti. Uykusuzlukla boğuşmaktan ve yatakta dönüp durmaktan sıkılıp oturma odasına geçti. Genelde uyku problemi yoktu aslında, her gece yatağına uzanır, önce bir süre sırt üstü dinlenip odanın tavanına bakarak hayal kurar, sonra da hiç farkına varmadan kıvrılıp uyuyakalırdı. Oysa uyuyamıyordu ve bunun nedenini gündüzki şekerlemesine yoruyordu, koltuğa kıvrılıp loş ışıkta yine iki üç dakika içinde uykuya dalabileceğini hayal ediyordu ama öyle olmadı. İşin uzun süreceğini anlayınca televizyonu açtı ve hiç önemsemediği programlara bakındı. Bundan da bir fayda elde edemeyeceği aşikardı.

Altı  gibi yeniden gözlerini açtığında terlemişti. Demek dört saate yakın uyumayı başarmıştı, oysa bütün gece öyle geçecek sanmıştı. Haftasonuydu ve biraz daha uyuması gerekiyordu. Televizyon hala açıktı ve rahatsız ediciydi, kapattı. Hava henüz aydınlanmamıştı, loş ışığı kapatmaya gerek duymadı. Ne de olsa yeniden uykuya dalabileceğini hayal ederek battaniyeyi üzerine çekti ve tatlı bir uykuya dalabileceğini sandı, yine olmadı.

Birdenbire, sanki bunca yıl biriktirdiği ne kadar dert tasa varsa hepsini içine çekebilmesiyle övündüğü o iç süngerin salmaya başladığını farketti bunca zaman tuttuklarını. O kadar üstüsteydi ki ayırt edemiyordu hangisinin neyi ifade ettiğini, sadece bir selin önünde o ani şaşkınlığı ve korkuyu yaşıyordu ama çok kısa bir süre sonra, birdenbire akıntıya kapılınca kendini ölüme bırakmanın sarhoşluğunu duydu içinde. Artık korku kalmamıştı, hissettiği sadece kendini bırakmışlıktı. Merak bile etmiyordu ne olacağını, boş boş seyrediyordu sanki olup biteni.

Bu savrulmayla ayağa fırladı, aslında hareketleri son derece yavaştı, sanki yıllardır planladığı bir şeymiş gibi sokak kapısını açtı, kapıdan çıkıp gitti.

Kapıyı  ardından kapatmadı, her daim açık penceresinden esen ani rüzgarla kapı ardından kendiliğinden kapandı.

Bedeni apartman kapısına doğru yöneldi, ayakları üşüyordu, ayakkabı giymeye gerek duymamıştı, doğrusu aklına bile gelmemişti, çünkü tek yapmak istediği şey çıkıp gitmekti. Çıktı gitti.

Kapının önünde derin bir ürperti duydu. Yaptığının doğru birşey olmadığını hissettiğini sanıyordu ama kendini bırakmış olmanın sarhoşluğuna sığınıp devam etti. Sitenin dışına çıkıp yokuş aşağı inmeye başladı.

Sokakta kimseler yoktu. Tek tük geçen arabalar içinse o yol kenarındaki herhangi biriydi.

Sokağın karşısına geçip suyun izlediği yolun peşinden aşağı doğru kıvrılarak inen sokakta yürümeye devam etti. Her gün geçtiği bu sokağa  o şehri gezip görmeye gelmiş bir yabancı gibi baktı, o sıradan apartmanlar çok ilginç gelmeye başladı birden. Burayı bilmiyordu, sanki yeni yeni tanıyordu ve sadece yol aşağı kıvrılıyor diye bu sokakta yürümeye devam ediyordu.

Ayaklarına batan taşlar, çer çöp, yüzünde tuhaf bir tebessüm yerleşmesine neden oluyordu. Hava ışımaya başlamıştı, artık onu üzerinde eşofmanları ile görenler oluyordu sokakta, üstelik yalınayak; büyük olasılıkla uyurgezer sanıyorlardı ama gözleri yaşama memnun bakan bir çift göz gibi süzüyordu çevresini, umursamıyordu.

Mezarlık duvarına kadar yürüdü, artık iyice üşüyordu, duvarın arkasında kuytu bir köşe bulup sığındı, yağmur filan yoktu ama sanki kar soğuğu vardı. Ellerini belinden içeri soktu, karnı sıcacıktı, sonra karnı da soğudu, elini koltuk altına sokarak ısınmaya çalıştı, yine olmadı.

Aslında biliyordu, böyle devam edemezdi. Çünkü aklı hala yerindeydi ve ne yaptığının farkındaydı. Yine olmamış, ne yaptıysa bir türlü kontrolünü kaybedememişti. Kendini bu şekilde sokağa atabilmesi sadece o anlık isteğine boyun eğmesiydi. Oysa en büyük hayali kendini bir cami avlusuna bırakıp kaçabilmekti, yine olmadı…

Böyle berduş gibi karşı tarafta bir yerlerde yaşamayı hayal ederdi ama cebinde beş kuruş yokken karşıya nasıl geçebileceğini de çözemedi o an, sonra yenildiğini hissedip aklına, eve dönmesi gerektiğini kabullendi.

Kapı  ardından kapanmıştı ve yanında anahtar yoktu, doğal olarak kendi evine giremeyecekti, yedek anahtar babasındaydı ama bu şekilde oraya gitmek de tuhaf olacaktı. İşte yine tüm detayları düşünmek, içinde bulunduğu, üstelik kendi neden olduğu karmaşık durumu insanlara mantıklı bir şekilde açıklamak zorundaydı ve buna dayanamıyordu; daha doğrusu dayanamadığını sanıyordu.

Yine de bu kadarcık serbestliği yaşayabilmiş olmanın rahatlığı ile baba evine gitmeyi göze aldı. Arabaların arkasından dolaşa dolaşa üç sokak ötedeki eve ulaştı, sabahın köründe zili çaldı. Birkaç kez daha denedikten sonra kapı otomatiğine basıldı ve çocukluğunda güle oynaya binlerce kez inip çıktığı merdivenlerden yüzünde tuhaf bir ifade ile birer birer çıkmaya başladı. Daire kapısı açıktı, annesi karşısında gördüğü çocuğunu hayretle ve korkuyla karşıladı ve hemen içeri aldı. İlk korktuğu şey başına bir şey gelip gelmediğiydi, bir iki sorgudan, teselli etmeye çalışıcı yorgun yanıtlardan sonra kadıncağız biraz olsun rahatladı.

Sokakta kaldığını söyleyip yedek anahtarları istedi; ayakkabısız dışarı çıkması da tamamen bir kazaydı. Yalanlar yine işe yaramıştı, oysa bundan on yıl önce zor da olsa yalansız yaşamanın huzurunu duymakla övünürdü.

Annesinin kahvaltı ısrarını atlatmayı başardıktan sonra oradaki eski ayakkabılarından birini buldu, üzerine de bir hırka geçirip evine döndü. Evi ile sanki bakkala ekmek almaya çıkılmış da dönülmüş kadar bir ayrılığı yaşamıştı. Ne evi onu özlemişti ne de o evini ama yaşam devam etmekteydi ve etmeliydi. Yaşamı sevmenin bir yolunu bulmalıydı.

Çaresiz pes etti, pes ettikçe rahatladı, kendini daha iyi hissetti. Koltuğun kayan minderine bıraktı kendini, bu kez dik oturmak için uğraşmadı. Kendini hayatın akışına bırakmaktı tek çözüm, evet, bunu anladı.

Her insan gibi yaşayacaktı, farkında olmak, farklı olmak gibi sorunları olmayacaktı. Herkes gibi işine gidecek, çalışacak, üretici olacak, hakettiği kadarını alıp şükredecek, ufak tefek hayaller kurup bunlara taksitlerle ulaşacak ve sağlığının elinden alınmaması için dua edecekti. Herkes gibi olmak, toplumla uzlaşmak en doğrusuydu, çünkü savaştıkça yenildiğini görmüştü ve her yenilgi derin bir iz daha bırakıyordu, hafifçe geçiştirmeyi de başaramıyordu.

Toparlandı, televizyonu açtı, güzel bir şarkı buldu ve onu dinleyip çayın altını yaktı, kahvaltılıkları hazırladı. Eve dönerken ekmek almadığına hayıflandı ve giyinip aynanın önündeki bozuklukları alıp ekmek almaya çıktı.

Ahmet ORE


Kişisel yolculuğumda kendime yazılar: Sen Mutluluk Olmalısın... Bu hayat yeterince zor ve karmaşık, onu elimizden geldiğince güzelleştirmek ve kolaylaştırmak bize kalmış. Hayatta hiçbir şeyi yapamıyorsak bile en azından başkalarının hayatlarını kolaylaştırmaya çalışalım. Hiçbir şey değilse bile bir tebessüm belki? .............................. Bu sitede yer alan tüm fotoğraflar ve site içeriği aksi belirtilmedikçe şahsıma aittir. İçerik ve linklerde rastlayacağınız olası hataları ahmet@pariste.net adresine mail atarak belirtirseniz çok sevinirim. Ayrıca bu yazı ile ilgili görüş, düşünce ve önerilerinizi yorum bölümüne yazmaktan çekinmeyiniz. İlginiz ve desteğiniz için teşekkürler.

2 yorum:

  1. Uzun zamandir kendimi unutacak kadar beni icine alan boyle bir yazi okumamistim, mukemmel... Ali

    YanıtlaSil

BİLGİ VE TEŞEKKÜR

İLETİŞİM FORMU

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Powered by Blogger.